KİMLİK DEĞİŞTİRTEN BİYOGRAFİ FİLMLERİ


SHINE

Scott Hicks'in Avustralya yapımı filmi Shine, meşhur piyanist  David Helfgott'un dramatik yaşamını anlatır. Filmin soundtrack parçaları o kadar başarılıdır ki, kulaklarınıza inanamazsınız. Büyülü bir yolculuğa çıkartır. Geoffrey Rush canlandırdığı David Helfgott rolü ile 1992'de, en iyi erkek oyuncu dalında Oscar'ı almıştır. 

Babasının oğluna yaptığı işkenceler esnasında  ' kimse seni benim kadar sevemez David, kimse.. ' dediği sahne bütün izleyicilerin içini acıtır ve hafızalarına kazınır.  Ailesi tarafından gördüğü şiddeti sevgi olarak işleyen , üzen, yıpratan , sarsıcı bir filmdir.

Bu arada Geoffrey Rush film çekilirken o parçaları bizzat çalmıştır. Özellikle dikkat çekilmesi gereken nokta tam da budur.

Psikanalizdeki "baba" olgusunu en açık ve somut örnekleriyle,en iyi şekilde irdeleyen film.

"Her zaman kazanmalısın David."
 
 
 
 
 
 
 
A BEAUTIFUL MIND
 
Ron Howard'ın ünlü şizofren matematikçi Nobel ödüllü John Nash'i anlattığı olağanüstü filmidir.

Film, Russel Crowe'a 2001 yılında ,en iyi erkek oyuncu Oscar ödülü dahil , 4 Oscar'ı kazandırmıştır.

Şizofrenik sanrılardan kurtulmanın, modern psikiyatri tarafından kabul görmüş olan tedavilerin dışında bir yolu daha vardır. Sanrılar içinde gerçeğe aykırı ayrıntılar yakalamak.


Film önce John Nash'in gözünden izleyiciye öyle bir gerçeklikle aktarılır ki, siz de bir şizofrene dönüşürsünüz. Gördüğü her sanrıyı gerçek addedersiniz. Bu Yönetmen Ron Howard'ın bizlere yaptığı muhteşem bir illizyondur aslında.
Nash: What truly is logic? Who decides reason? My quest has taken me to the physical, the metaphysical, the delusional, and back. I have made the most important discovery of my career - the most important discovery of my life. It is only in the mysterious equations of love that any logic or reason can be found.I am only here tonight because of you

(looking at and speaking to Alicia)

Nash: You are the only reason I am You are all my reasons. Thank you.
 
 
 
 
 
 
 
IMMORTAL BELOVED
 
Bernard Rose'un yönetmenliğini yaptığı Ludwig Van Beethoven'ı anlattığı filmlerden. Ve en çok tavsiye ettiklerimden.

Gary Oldman bu filmde oyunculuğunun tam anlamıyla zirvesinde. Bir anlamda bütün zamanların en iyi oyunculuklarından birini gösteriyor izleyiciye.

Kardeşinin karısına olan ölümsüz aşkı filme damgasını vuruyor. Sağır bir bestecinin bu aşk uğruna yaptığı olağanüstü besteler, psikolojisinin ağır derecede bozuk halini izleyici koltuklarında irkilerek izliyor.

"Yıldızların arasında yüzmek" sekansı ve tam da bu anda çalan 9.senfoninin büyüleyici melodileri tüylerinizi diken diken etmeye yeter de artar bile.

Ve Beethoven'ın Moonlight Sonata'ı piyanoya başını dayayarak gözleri kapalı çaldığı esnada , kapı deliğinden bakan genç kız ve babanın şaşırmış ifadesi filmin en etkileyici sahnelerinden biridir.
 
 
 
 
 
 

THE DOORS

Oliver Stone'dan gerçek bir başyapıt. Bütün filmler geçer gider unutulur ama bu film sadece bir biyografi filmi değil, aynı zamanda bir kült film.

Bir film düşünün, izleyicilerine gömlek değiştirtsin. Hiç Doors'u tanımayan birilerine bile Rock müziğini sevdirsin. Jim Morrison'u bu müziğin evliyası olarak tanıtsın. En stabil kişilikleri bile rayından çıkartsın.

Evet kabul ediyorum, bir taraftan uçuk-kaçık sahneleriyle izleyiciyi özellikle uyuşturucuya (lsd'ye) özendirdiği bir gerçek; ama bambaşka bir şey var bu filmde.. Müzikler, şarkı sözleri; Jim Morrison'un karakteri ve yaşantısı ile öyle paralel bir uyum içinde ilerliyor ki ; bu ukala, kendini bilmez, borderline adama aşık oluyorsunuz.

O dönemde gazetelerin "Rolling Stones uçmak isteyenler için, Doors ise çoktan uçmuş olanlar için" diye nitelendirdiği, üyelerinin hepsinin ayrı ayrı saygı duyulası olduğu bir grup bu.

Filmin baş rolünü oynayan Val Kilmer, Oliver Stone'un bu projesini duyduğu zaman kendisi oynamak için başvurmuş; ki daha iyisi olamazdı. Şarkıların büyük kısmını Val Kilmer seslendiriyor , özellikle dikkat. Ve Böyle bir casting yeryüzünde yoktur. Val Kilmer , Jim Morrison'un tıpatıp kopyası.

Bu arada 27 yaşında küvette Jim'i ölü bulduğu sahnede Pamela'nın "Nasıl güzel miydi?" dediği ve aniden çalan "Severed Garden"parçası sizi olduğunuz yere çivileyen bir sahnedir. Daha iyi bir bitiş olamazdı.

Mezarında bırakılan şişeler ve "Welcome to Morrison Hotel" yazısı tüyleri diken diken eder.
 
 
 
 
 
 
 
FRİDA
 
Julia Taymor'un yönetmenliğini yaptığı Meksikalı ünlü biseksüel ressam Frida'yı anlattığı , rengarenk sahneleri, muhteşem müzikleri olan filmdir.
 
Kocası Diego Rivera'nın defalarca aldatmasının ardından, onun birlikte olduğu kadınlara duyduğu merak onu çok renkli bir kişiliğe büründürmüş, yaşadığı kaoslar ve iniş çıkışlı aşk duyguları, hüzünleri, mutlulukları tuvallerine yansımıştır.

Selma Hayek Frida'yı öyle mükemmel canlandırır ki, gerçeğinden ayırd etmeniz imkansız hale geliyor.

Filmin en çok konuşulan sahnesi Selma Hayek'in Assley Judd'la yaptığı o muhteşem dans sahnesidir.
 
Filmde yönetmenlik adına da oldukça cesur girişimler var; renkler, gerçek ve resim arasındaki gidiş gelişler, sürreel düşler ve gerçek hayat geçişleri oldukça riskli, ama buna rağmen çoğu başarılı.. Muhteşem..

Acılarıyla, sürprizleriyle, mutluluklarıyla, zaferleriyle, her karesiyle insanı şaşırtan ve ardından sonsuz saygı hissi uyandıran bir hayat hikayesinin, çok başarılı bir anlatım.

Müziklerinin Oscar'lı olduğunun da altını çizmekte fayda var.
 
 
 
 
 
 
 
 
 
FACTORY GIRL
 
George Hickenlooper'un az biraz belgesel tadında ama ruhunuza işleyen filmi.

Eddie rolünde Sienna Miller , Warhol rolünde Guy Pearce ; casting konusunda kusursuz seçimler olmuş. Filmden sonra her izleyenin seksi kadın imajının değiştiğini varsayıyorum. Çünkü Sienna Miller başdöndürücü bir güzellik ve doğallıkla rolünün üstesinden geliyor.

Oldukça etkileyici bir hayat hikayesi, çarpıcı bir çıkış ve acıklı bir çöküş hikayesi diyebiliriz.

Pop-Art'ın kurucusu "herkez bir gün 15 dakikalığına ünlü olacak" diyen Andy Warhol'un "Fabrika" adını verdiği pop-art atölyesinde yapılan çekimler, sanatsal objeler, konserve kutuları, seksi olan herşey; kocaman bir at, kocaman organlı adamlar, olağanüstü fizikli kadınlar onun çok meşhur ettiği , ilahlaştırdığı kişiler.

Uyuşturucu partileri, dönemin ünlü simaları; Bob Dylan'lar, Jim Morrison'lar; kimi ararsanız var. Eddie 'nin içine hiç bir şey giymeden üzerine geçirdiği transparan kıyafetler..

Ve kraliyet soyundan gelen Eddie'nin, pis bir otel odasında overdose'dan yokluk içinde çırılçıplak bulunmuş vücuduna uzanan vurucu bir hikaye..
 
 
 
 
 
 
 

LA VIE EN ROSE
 
Yönetmen Olivier Dahan'ın Edit Piaf'ı anlattığı etkileyici bir biyografi filmi.

Edit Piaf'ın hayatını konu alan film 26. İstanbul Film Festivalinde günler öncesinden tüm biletlerinin satılması sonucu kapalı gişe oynamıştı.

Fransa'nın gelmiş geçmiş en iyi sanatçısıdır ve Louis Leplee tarafından bir sokakta şarkı söyleyip  dinleyicilerden para toplarken keşfedilmişti.

Ve her başarılı ve yaratıcı müzisyende olduğu gibi onun da uyuşturucu bağımlılığı sonunu hazırlamıştı.

Muhteşem Piaf şarkıları ile dramatik bir yaşam..
 
 
 
 
 
 
 


 
RAY
 
Taylor Hackford'un çok etkileyici bir biyografi filmi : Ray..

Ray Charles'ı anlatıyor. Filmin ritmi , bir dakika bile düşmüyor. Karşısından tek bir saniye kalkamıyorsunuz.

Jamiee Fox casting için biçilmiş kaftan. Kusursuz bir canlandırma. Müzikal'den bir kuble bile hoşlanmayan insanların bile koltuklarından başı dönmüş olarak kalkacakları olağanüstü bir film. Jamiee Fox rol yapmıyor, Ray Charles'ın ruhuna giriyor adeta.. Ray Charles gibi birebir kendisi çalıyor piyanoyu, şaka değil; bu gerçek.. Ama inanılır gibi değil.

Soul severlerin oturarak izleyemeyecekleri muhteşem bir film.

Bu filmle Jemiee Fow en iyi erkek oyuncu Oscar'ını da kapmış olduğunu bilmenizde fayda var.
 
 
 
 
 
 
 
CINDERELLA MEN

Ron Howard yönetmen olarak Russel Crowe'a kafayı takmış, diyeceğiz ama bence iyi ki de takmış.

A Beatiful Mind'daki gibi yönetmen ve oyuncu birlikte olağanüstü bir işin üstesinden çok büyük bir başarı ile gelmiş. Ünlü boksör James J. Braddock'un hikayesi defalarca seyredilip bıkılmayacak cinsten çok güçlü bir filme dönüşüyor. Elbette karısı rolünde Renee Zelweger'de göz yaşartıcı bir performans sergiliyor ama insanın filmin bütününden etkilenmemesi için taş olması gerek , derim ben.
 Ron Howard  yine anlatmak istedigini anlatmış, seyirciye vermek istedigini en iyi şekilde vermiş.

Cinderella Men; bir filmden öte, yönetmenlik dersinin ta kendisidir.

Bildiğiniz boks filmlerinden biri değil, bu film bambaşka bir şey..
 
 
 
 
 
 
 
SEVEN YEARS IN TIBET
 
Yönetmen Jean Jacques Annoud'un Alman dağcı Heinrich Harrer'in yaşamını anlattığı ; hayatınızda izleyeceğiniz en pozitif filmlerden biri.. Tezatlıklar arasında iyilik ögeleri öyle bir titizlikle serpiştirilmiş ki; en kötü koşullarda bile güzel bir umudun var olabileceği sizi güçlü kılıyor.

Filmin en güzel sahnelerinden biri ;
 Heinrich Harrer, Tibetli terzi kıza dağcılık  basarılarını, kazandığı, madalyaları, çıktığı zirveleri anlatıp gururlanırken; kızın iki medeniyet arasindaki en önemli farklardan birinin bu olduğunu söylemesi:
"Siz hayatın her döneminde zirveye tırmanmayı başaranlara saygı duyarken, biz kendi egolarını terk edebilene saygı duyarız.."


 
 

0 yorum:

Yorum Gönder

Facebook Sayfam

Çok Okunanlar

Twitter Akışı

Rastgele