BİSİKLET CUMHURİYETİ AMSTERDAM
"Bu şehirde insandan çok bisiklet mi var?" Farkındayım çok saçma bir soru oldu bu ama kenti gezerken sizde bıraktığı intiba tam da bu şekilde.
Amsterdam tren garının yakınında gördüğümüz bisiklet park alanı bir kaç dakika sessiz kalıp gözlerinizin açılmasına sebep oluyor ve hayretler içinde bakakalıyorsunuz.
Kalacağımız otel üçüncü yuvarlaktaymış. Amsterdam'da böyle bir adres bilgisi var. Birinci yuvarlak tam merkez, yani tren garının, Madam Tussaud Müzesi , Redlight sokağının, alışveriş merkezlerinin, turistik hediyelik eşyaların satıldığı göbek. İkinci yuvarlak da mağazalar kafeler devam ediyor, merkezden uzaklaşıyorsun. Üçüncü yuvarlakta merkeze biraz daha uzaklaşıyorsun ama bu söylediğim yerlerin hepsi aslında yürüyüş mesafesi. Ve bindiğin zaman hiç bilet sorulmayan ama tesadüfen yakalanırsan bir dünya ceza yeme ihtimalinin olduğun tramvaylarla ulaşım çocuk oyuncağı..
Amsterdam'da rezervasyon yaptırdığımız otel sefalet içinde bir yer çıkınca orada kalmaktan vazgeçip başka bir otel aradık; biraz yürümemiz yetti. Minik pastalara benzeyen minyatür evlerden oluşan harika bir kanallar şehri burası ve çok heyecan verici.
Çok yorgunduk ve mimarisini dışarıdan çok beğendiğimiz bir otelin kapısından içeri girdik.
Adı Quentin Hotel..
Odalarını gezmeden karar vermemeliydik. Eğer giderseniz mutlaka odasını görüp öyle paranızı ödeyin. Odaları o kadar küçüktü ki; iki kişilik yatak; duvarın üç tarafına sıfırdı. Yani odaya giriyorsun ve yatağa giriyorsun. Banyoda fön makinası yoktu ve Aralık ayında banyodan sonra buz gibi bir havaya çıkmak intihar gibi birşeydi. Odanın perdesinde kocaman bir leke, birisi mi kusmuş önceden, ya da birini mi kesmişler belli değil. (Tamam korkmayın, kimseyi kesmemişler sadece fazla kirliydi sanırım). Daha sonra başka otellerin de bu şekilde minik minik odalı hatta yatarken ayaklarınızı pencereden çıkarttığınız odalardan oluştuğunu öğrendik.
Bir de kanalları olan bir şehrin bütün binalarında irili ufaklı farecikler cumhuriyetinin de olacağını bilmek gerek. Korkmayın sadece karşınıza geçip "vici vici vici" diyip siz çığlık atınca kara sinek gibi anında ortadan yok oluyorlar.
Gün içinde kanal turu yapmak cazip gibi görünebilir ama bana sıkıcı geldi. Binaları dışarıdan görmek anlamında keyifli ve enteresan olabilir ama belli noktalarda çok fazla bekliyor tekne ve atlayıp çıkmak yürümek istiyorsun.. Ve zamanın sürekli beklemekle ya da ağır ağır ilerlemekle geçiyor.
Adı Quentin Hotel..
Odalarını gezmeden karar vermemeliydik. Eğer giderseniz mutlaka odasını görüp öyle paranızı ödeyin. Odaları o kadar küçüktü ki; iki kişilik yatak; duvarın üç tarafına sıfırdı. Yani odaya giriyorsun ve yatağa giriyorsun. Banyoda fön makinası yoktu ve Aralık ayında banyodan sonra buz gibi bir havaya çıkmak intihar gibi birşeydi. Odanın perdesinde kocaman bir leke, birisi mi kusmuş önceden, ya da birini mi kesmişler belli değil. (Tamam korkmayın, kimseyi kesmemişler sadece fazla kirliydi sanırım). Daha sonra başka otellerin de bu şekilde minik minik odalı hatta yatarken ayaklarınızı pencereden çıkarttığınız odalardan oluştuğunu öğrendik.
Bir de kanalları olan bir şehrin bütün binalarında irili ufaklı farecikler cumhuriyetinin de olacağını bilmek gerek. Korkmayın sadece karşınıza geçip "vici vici vici" diyip siz çığlık atınca kara sinek gibi anında ortadan yok oluyorlar.
Gün içinde kanal turu yapmak cazip gibi görünebilir ama bana sıkıcı geldi. Binaları dışarıdan görmek anlamında keyifli ve enteresan olabilir ama belli noktalarda çok fazla bekliyor tekne ve atlayıp çıkmak yürümek istiyorsun.. Ve zamanın sürekli beklemekle ya da ağır ağır ilerlemekle geçiyor.
..Ve tabiki kanallarda dolaşırken fazla turistsin (!) Sanırım bir daha asla tercih etmem bunu..
Üstelik böyle bir turu satın aldıysan (zaten fazla pahalıydı). Rehberlik hizmetine benzer bir şey bekliyor insan.. Şu bina nedir, bu bina lokanta mıdır, müze midir, otel midir, Hollanda kralının evi midir gibi..
Gece yaşam çok renkli, yazmaya gerek yok "Amsterdam'da gece neden renklidir?" 'in cevabını sağır sultan bile bilir. Ama acayip antipatik ve özenti geliyor bu bana. Sadece bunun için oraya gelmiş bir dünya garip insan dolu heryerde. Ve ben bu gezideki en yasakçı kişiliği oynadığım için yanımdakine de hayatı zindan edip herşeyi yasaklamış olabilirim.
"Oradan duman geliyor içeri girme, bu keki yeme rengi garip , şurdan mantar çıkmış üstünden atlama, bu ota basma ayakkabından nüfuz eder, ben baş ağrısı için ilacı yanımda getirmiştim al bunu iç"
Sanırım ayıkken , diğer şekilde dolaşan insanları seyretmek daha eğlenceliydi. (Tamam anladım; gidecek olursanız beni asla yanınızda götürmeyeceksiniz ama bence götürün birilerinin sizi zaptedmesi gerek )..
..Ve dünyanın yer yerinde olan milletler, aralarına karbon kağıdı koyup kopyalanmış şekilde burada da varlar. Ne çok İtalyan, ne çok Türk (çok az kalır).. Bu Türkler ve İtalyanlar bence fazla doğuruyor.
Redlight'da göya rahat rahat dolaşacaktık, ve kapitalizmin elinde mındar olmuş zavallı kadınları camlardan seyredip, dizlerimize vah vah vah diye vuracaktık (!) . Tabi öyle yapmayacaktık, meraktan bakacaktık. Ama bu kadar çok Türk olduğunu birileri bana önceden söylemeliydi. Camların karşısında "Abbooovv!" diye seslenip şaşkın şaşkın bakarak sırıtan amcaları görünce kaçıp kurtulmak istedik. Bir de o sokaklarda (her derde deva) yan yana dizilmiş, derili, zincirli ,cam topuk ayakkabılı , başka başka birşeyli dükkanları görmeden gelmeyin..
Bir de medeni olun bence, o dükkanlarda satılan şeyleri elleyerek yoklamayın, bakkaldan ekmek dolabından sıcak ekmek yoklar gibi.. Birbirinizi de dürtmeyin sırıtarak.. Bir de karşı cinse o dükkanlarda rastlarsanız baktığınız şeyleri bırakıp yan yan yavaştan yanaşıp fingirdeşmeyin. Medeni olun.. Avrupanın göbeğindesiniz.
İdeal zaman Aralık belki olabilir ama ben çok emin değilim. Çelik gibi soğuktu, titremekten sürekli Şarlo filmlerindeki gibi hızlı çekim yürüyorsunuz. Sadece noel zamanı diye her yer ışıl ışıl oluyor..Çam ağacına tüneyen baron gibi hissediyorsunuz kendinizi..
Ama bence diğer arkadaşlarımın gittiği zaman : yani Nisan ayı bence ideal. Hem festival zamanı, hem çok kalabalık, hem de istediğiniz kadar seksi olabileceğiniz kadar sıcak. Konserler, eğlenceler, aranan insanlar , ne istiyorsan var..
Bisiklet kiralayın mesela, ben kiralamadım kanala düşmekten korktum. Hep düşüyorum çünkü her kanala. Kanal görünce kendimi atıyorum gibi bir durumum var.
Treleybüslere binerken biletinizi alın, ben hep aldım; benden başka hiç kimse almadı. Ne şans hiç de kontrol olmadı. Biletçi beni tanıyor ve tokalaşıyordu benimle artık nedense.. Her seferinde yanımdaki sevgilim "almayalım bu sefer" diyordu. Ben de "ya yakalanırsak" diyip envai çeşit varyasyon üretiyordum ve onu şişiriyordum. Sonra alıyorduk biletimizi.
Giderseniz haber verin, yaşamınıza renk katayım. :)
Üstelik böyle bir turu satın aldıysan (zaten fazla pahalıydı). Rehberlik hizmetine benzer bir şey bekliyor insan.. Şu bina nedir, bu bina lokanta mıdır, müze midir, otel midir, Hollanda kralının evi midir gibi..
Gece yaşam çok renkli, yazmaya gerek yok "Amsterdam'da gece neden renklidir?" 'in cevabını sağır sultan bile bilir. Ama acayip antipatik ve özenti geliyor bu bana. Sadece bunun için oraya gelmiş bir dünya garip insan dolu heryerde. Ve ben bu gezideki en yasakçı kişiliği oynadığım için yanımdakine de hayatı zindan edip herşeyi yasaklamış olabilirim.
"Oradan duman geliyor içeri girme, bu keki yeme rengi garip , şurdan mantar çıkmış üstünden atlama, bu ota basma ayakkabından nüfuz eder, ben baş ağrısı için ilacı yanımda getirmiştim al bunu iç"
Sanırım ayıkken , diğer şekilde dolaşan insanları seyretmek daha eğlenceliydi. (Tamam anladım; gidecek olursanız beni asla yanınızda götürmeyeceksiniz ama bence götürün birilerinin sizi zaptedmesi gerek )..
..Ve dünyanın yer yerinde olan milletler, aralarına karbon kağıdı koyup kopyalanmış şekilde burada da varlar. Ne çok İtalyan, ne çok Türk (çok az kalır).. Bu Türkler ve İtalyanlar bence fazla doğuruyor.
Redlight'da göya rahat rahat dolaşacaktık, ve kapitalizmin elinde mındar olmuş zavallı kadınları camlardan seyredip, dizlerimize vah vah vah diye vuracaktık (!) . Tabi öyle yapmayacaktık, meraktan bakacaktık. Ama bu kadar çok Türk olduğunu birileri bana önceden söylemeliydi. Camların karşısında "Abbooovv!" diye seslenip şaşkın şaşkın bakarak sırıtan amcaları görünce kaçıp kurtulmak istedik. Bir de o sokaklarda (her derde deva) yan yana dizilmiş, derili, zincirli ,cam topuk ayakkabılı , başka başka birşeyli dükkanları görmeden gelmeyin..
Bir de medeni olun bence, o dükkanlarda satılan şeyleri elleyerek yoklamayın, bakkaldan ekmek dolabından sıcak ekmek yoklar gibi.. Birbirinizi de dürtmeyin sırıtarak.. Bir de karşı cinse o dükkanlarda rastlarsanız baktığınız şeyleri bırakıp yan yan yavaştan yanaşıp fingirdeşmeyin. Medeni olun.. Avrupanın göbeğindesiniz.
İdeal zaman Aralık belki olabilir ama ben çok emin değilim. Çelik gibi soğuktu, titremekten sürekli Şarlo filmlerindeki gibi hızlı çekim yürüyorsunuz. Sadece noel zamanı diye her yer ışıl ışıl oluyor..Çam ağacına tüneyen baron gibi hissediyorsunuz kendinizi..
Ama bence diğer arkadaşlarımın gittiği zaman : yani Nisan ayı bence ideal. Hem festival zamanı, hem çok kalabalık, hem de istediğiniz kadar seksi olabileceğiniz kadar sıcak. Konserler, eğlenceler, aranan insanlar , ne istiyorsan var..
Bisiklet kiralayın mesela, ben kiralamadım kanala düşmekten korktum. Hep düşüyorum çünkü her kanala. Kanal görünce kendimi atıyorum gibi bir durumum var.
Treleybüslere binerken biletinizi alın, ben hep aldım; benden başka hiç kimse almadı. Ne şans hiç de kontrol olmadı. Biletçi beni tanıyor ve tokalaşıyordu benimle artık nedense.. Her seferinde yanımdaki sevgilim "almayalım bu sefer" diyordu. Ben de "ya yakalanırsak" diyip envai çeşit varyasyon üretiyordum ve onu şişiriyordum. Sonra alıyorduk biletimizi.
Giderseniz haber verin, yaşamınıza renk katayım. :)
0 yorum:
Yorum Gönder